Perşembe, Aralık 27, 2007

savaştan sonra

Kanepemde bir adam uyuyor, nefes alıp veriyor, evet yaşıyor bu adam. Benim kanepemde uyuyor.
Uyuyan bu adam beni seviyor zannediyorum. Sevmese kanepemde işi ne? Uyuyan adam huzur veriyor, uyanana kadar herşey sakin, herşey güvende gibi.
Uyanan adamla portakal suyu içiyoruz, sağlıklı yaşamak istiyoruz, portakal suyu iyidir. Zaman yavaş akıyor, uzun zamanlar var gibi geliyor önümüzde. Biraz güven veriyorum, biraz alıyorum ondan. Güvenli kahvaltıdan sonra yürüyoruz, yürüyen adam robot beni yedi diyor, gözlerim parlıyor, büyük bir mutlulukla beni de diyorum. Adamın sırt çantası var, sırt çantasının içinde eşyaları. Eşyalarını seviyorum, her birini bir bir tanıyorum, her bir eşya onun ama bildik. Benim de eşyam olursa çantasında, karışırsa eşyalarımız, bir parça daha alış veriş yapmış oluruz. Atkımı çıkarsam çok üşümem. Atkımı sırtında taşıyan adam benim yorgunluklarımı da alıp çantasına koyuyor, ağır olduğunu hiç belli etmeden yürüyor mutlu mutlu. Mutlu adam nereye gidiyoruz demiyor, ben de onunla her yere gideceğim için bir problem yok yolumuzda. İstediğimiz zaman dururuz, istediğimiz zaman devam ederiz. Zamanı bükebilen adamla yolculuğa çıkıyoruz.

Perşembe, Aralık 13, 2007

mış lar, miş ler

"çok" sevmekle "çok" nefret etmek arasında "çok" ince bir çizgi var.

Çarşamba, Ekim 17, 2007

Kap klavyeciyi

Her insan hayatında en az bir kez "En utandığınız an?" sorusuyla karşılaşmıştır. Benim şimdi bu soruya çat diye cevap verebileceğim bir anım var. Eğer paylaşırsam, komik gibi anlatırsam sanki utancım azalacak gibi hissediyorum, denenebilir. Zita Swoon konserinde önümde duran Özge'nin sağ omzunun üzerinden "Abi, bu akşam şu klavyecilerinden birini sen al, birini ben alayım" dedim. Bu hararetli cümlemin üzerine bana doğru dönen yüz ise kesinlikle Özge'ye ait değildi. Bir süre gülerek birbirimize baktık. Sonra ben bir açıklama yapma ihtiyacı hissettim haliyle. "Şimdi olay şu: ben seni bir arkadaşıma benzettim, ondan şeyettim" diyerek sırıttım. Kız sadece gülüyor. "Neyse klavyeciler iyi ama kabul et" dedim. Kız arkadaşlarına gidip olayı anlattı, herkes pek bir eğlendi. Konserin bundan sonraki kısmı kendi kendime olabilir böyle şeyler, herkesin başına gelebilir, hem komik birşey, hem zaten bir daha beni nerede görecekler, görseler de tanımazlar diye avutmaya çalışmamla geçti. Evet şimdi anlatınca bakın, bana çok da basit bir olaymış gibi geldi.

cv

24 Eylül 2007 itibariyle mezunum sevgili okuyucular. Okul hayatıma noktayı koymuş bulunuyorum. Bu kadarı yeterli, yaklaşık 20 senedir öğrenci olduğumu hesapladım az önce. Şimdi fellik fellik iş aramaktayım. Her gün cv yolluyorum sağa sola. Yakında metro çıkışında el ilanı şeklinde cv mi dağıtacağım. O kadar yıl okudum da ne oldu diye sormaya başladım kendime çoktan.

Salı, Mayıs 22, 2007

outsourcing

İçim dışım outsourcing oldu. Enine boyuna inceledim konuyu, yazılmış ne kadar makale, kitap varsa ulaştım hepsine, kaynak bulunabilecek ne kadar kişi tanıyorsam hepsinden istedim, gidilebilecek ne kadar üniversite varsa, Gebze dahil gittim, kütüphaneleri taradım. Film izlemek, gezmek tozmak, kitap okumak, televizyon izlemek, hiç bir şey yapmamak, romantik düşüncelere dalmak gibi en basit şeylerle değerlendirebilecek zamanlarımın tümünü outsourcing ile doldurdum, yapılacak herşeyi, planları, buluşmaları bile outsourcingden sonrasına erteledim. Yatağımın üzeri sıralı ve düzenli, hemen bulabileceğim şekilde fotokopilerle dolu, yatağımda yatmıyorum artık, outsourcinge bıraktım onu da. Odamdan herşeyi çıkartıp yerine outsourcingler koydum, gece yatmadan önce yüzüme outsourcing sürdüm, dişlerimi outsourcingle fırçaladım, uzun süredir geçirdiğim en romantik dakikaları yine onunla geçirdim, bunu da monitöre bakarken ışığı kısıp müzik dinleyerek başardım. Tatilde outsourcinge gideceğim, akşam yemeklerimde zaten outsourcing yiyordum şimdi diğer öğünlerimi de onunla değiştireceğim. Sabahları da dolabımdan sadece outsourcing rengi kıyafetlerimi çıkartıp giyiyorum. Çok bütünleştik, çok bağlandık. Şimdi yaratacağı boşluğu düşünerek çok endişeliyim, o gittikten sonra eski hayatıma dönebilir miyim bilmiyorum, ben bu tezi teslim etmek istemiyorum, jüriyle paylaşmak istemiyorum onu. Biz ikimiz iyiyiz böyle.

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Bugün Ahmet Yılmaz isimli bir müşteriyi daha önce de kendisine ulaştığım bir numardan aradım. İş yeri numarası olduğu için önce santrale bağlandım:
-İyi günler, Ahmet Yılmaz' la görüşebilir miyim?
-Ahmet Yılmaz?
-Evet Ahmet Yılmaz.
-Hmm..Ahmet Yılmaz, Ahmet Yılmaz.. Hangi departmanda çalıştığını biliyor musunuz?
-Hayır ama daha önce bu numaradan görüşmüştük.
-Ben bilmiyorum, sanırım öyle biri çalışmıyor ama isterseniz ben sizi bir de danışmaya aktarayım.
-Teşekkürler
-Buyrun?
-Ahmet Yılmaz'la görüşmek istiyorum.
-Ahmet Yılmaz mı? Hmm..Bir saniye.. Sanırım böyle biri çalışmıyor. (Bağırıyor) Ali Beey! Ahmet Ylmaz diye birini tanıyor musun? Yok o da tanımıyor, biz çıkaramadık. Ne zaman görüşmüştünüz?
-İki gün önce
-Belki ayrılmıştır.
Ahmet Yılmaz'ı düşündüm, her gün danışmanın önünden geçiyor, sessiz sakin işini yapıyor, akşam çıkıp gidiyor. Kimse Ahmet Yılmaz'ı tanımıyor, herkes birbirine sorarken bu adamı bir tuhaf hissettim, üzüldüm ya da rahatsız oldum. Sonra kayıtlara baktım, o kadar çok Ahmet Yılmaz var ki...

Pazartesi, Mayıs 07, 2007

yorumsuz

lali:
geldi çattı d. günü
lali:
ee etyen bey
lali:
nasıl hissediyrsnz
eTYen:
former yugoslavian republic of macedonia
eTYen:
101 gün var!
eTYen:
hiii
lali:
101 mi
eTYen:
vala heyecanlı gergin ve olayları bekler bi haldeyim
eTYen:
evet
lali:
nie 101 diyrz
eTYen:
çünü 101 var
lali:
101 gün mü?
lali:
anlamadı ben
eTYen:
evet 101 gün
lali:
alla alla
lali:
o zaman 2 gün sora kutlamıyrz yani senin d. gününü
eTYen:
ahahaha
lali:
101 gün sorasını hesaplicaz
eTYen:
d.gününü
eTYen:
düğün günü anlamam beni benden aldı
lali:
auhsushlkadsjfşsd
eTYen:
ıaheahuae

Salı, Nisan 17, 2007

Tüketim

Çok hızlı tüketiyoruz, kağıt mendilleri, yemekleri, içkileri, birbirimizi, plastik bardakları, paylaşımları, emek verdiğimiz şeyleri..Çok çabuk vazgeçebiliyoruz, en sevdiğimiz film bir başkasını izleyip sevdiğimizde en sevdiğimiz ikinci film oluyor, en sevdiğimiz şarkıyı üst üste çok defa dinlediğimizde sıkılıyoruz, hayatımızda her zaman çok değerli kalan şeyler azalıyor, vazgeçilmezlerimiz tek tek yok oluyor. Daha ilerisi, biz bu kaybedişleri farketmiyoruz bile. O sevdiğimiz şarkının ismi bir zaman sonra hatırlanamaz oluyor, bir yerde duyduğumuzda "neydi acaba bu" diyebiliyoruz. Umursamazlığı öğreniyoruz, daha kolay, daha tasasız yaşamak için kaybettiğimizde üzüleceğimiz şeylerin/kimselerin sayısını ya da etkisini azaltıyoruz. Kayıtsız kalabiliyor, unutmak için başka şeylerle uğraşabiliyoruz. Gitgide yalnızlaşıyoruz. Çevremizdeki eşyalar/insanlar fazla olsa da paylaşımlarımız, yüklediğimiz anlamlar azalıyor. Küçükken kalemimizi kaybetsek ağlardık, belki rengini sevdiğimiz için, belki annemiz aldığı için, belki bize ait bir şey sadece ama sadece her hangi bir şey kaybolduğu için. Şimdi ise kalemlerin önemi yok, yolda uğrayıp bir kırtasiyeye yenisini alırız. Gidenlerin, kaybolanların, bize ait olmayanların bir önemi yok. Yaşadığımız mutluluklar da azaldı, yeni biriyle tanışınca kalbimiz hızlı hızlı atmıyor artık, ne de olsa rahat insanız, sosyal insanız, cebimizde para bulunca sevinmiyoruz artık, kar yağınca tıkanacak trafiği, çamuru düşünüyoruz. Yukarıya bakıp, siyah gözüken kar tanelerine bakıp gülümsemiyoruz. Mutlu uyandığımız sabahlar, yatmadan önce kurduğumuz hayaller azaldı. Birini seviyorsak bile söylemeden kıvranıyoruz, hesaplar yapıyoruz, hiç bir sebep yokken ortada, birini aramak istediğimiz zaman bir arama bahanesi buluyoruz. İçimizde verilebilcek kocaman sevgiler varken, saklanıyoruz. Pek çok şey biriktirip, hızlıca tüketiyoruz. Harcanan zamanın, harcanan günlerin, harcanan paylaşımların bir önemi olmalı. "Ben" bu kadar korunmamalı, umursamazlık, tükenenleri izlemek rahatsız etmeli bizi. En azından rahatsızlık duyulmuyorsa tüketimin son noktasındayız demektir.

Perşembe, Nisan 12, 2007

Üç koca gün

İçimde duyduğum huzursuzluğun üçüncü günü. Nedensiz bir huzursuzluk desem değil, ama tahmin ettiğim nedenler geçersiz sanırım, geçersiz nedenli bir huzursuzluk diyelim mesela. Sabah gözümü açtığım anda acaba gitti mi diye bakıyorum, hayır, gitmiyor, aynı yerde gizlenmiş, yer etmeye hazırlanmış. Her gün tehlikesinin boyutları büyüyor, ya gitmezse diye bir korku salıyor. Bir anda yok olması için bir olay gerekli sanırım. Örneğin, bir gece dışarı çıksam, konsere gitsem dönüşte bir şey kalmayacakmış gibi geliyor ya da birisi çıkıp ki bu tanımadığım birisi de olabilir, telefon çalabilir ve tanımadığım bir ses bana her şey güzel olacak diyebilir, bir anda gidip yerini huzura bırakabilir, aldanıyor da olabilirm. Bunlar olsa bile gitmeyebilir de. Bir saat tekbaşıma sahilde bir bankta oturup denize baksam, bir saatin sonunda saatime bakıp son saniyeleri geri saysam 3-2-1 ve 0 desem pat diye yok oluverse, denize düşse boğazın akıntısına kapılsa..Sağanak bir bahar yağmuru başlasa, çıksam dışarıya, iliklerime kadar ıslansam o da erise veya sevdiğim o sahnedeki gibi kocaman bir boşluğa bağırsam avazım çıktığı kadar? Bilemedim. Ne kadar kalmayı düşünüyor, nasıl ne zaman gider, amacı nedir, amaçsızca mı gelmiştir?

Çarşamba, Nisan 11, 2007

özlüsöz

Depresyon gübreli, verimli topraktır.

Bulk

Yaz geliyor, acil kilo almam lazım.

Pazar, Nisan 08, 2007

İzleyin

The Lost Room izleyin.. 3 bölümlük mini bir dizi şu an, başrolde Six Fit Under'dan tanıdığımız Peter Krause yakışıklısı var. Doğa üstü güçler furyasının bir elemanı olmakla beraber başarılı bence. Değişik güçler yüklenmiş objeler, objeleri ele geçiren kişiler, dünyalar güzeli küçük kızını bulmaya çalışan bir polis. (Polis kelimesine yabancılaştım bir anda yazınca, garip bir kelime). Bir oturuşta izlenir.

Pazar, Nisan 01, 2007

yeni karar

publish dediğim andan itibaren kararlı bir insanım.

Perşembe, Mart 22, 2007

being idle

Boş bir gün geçirmek ve yemek yiyip anime, dizi izlemekten başka bir şey yapmamak harikaydı. Birazcık rahatsızlık hissetmekle beraber işe bile gitmeyip uzun süredir hiç olmadığım kadar tembel olup, sabahtan akşama kadar yaydığım için kendimi iyi hissediyorum. Tez mi?

Pazar, Mart 04, 2007

Kalp Nasıl Kırılır?

İlk adımda kırılacak kalp seçilir, bulunması çok zor değildir, zaten kırılması istenilen kalpler size kendiliğinden gelir, isteklidirler bu konuda, ilk bakışta anlaşılabilir, bazıları nasırlaşmıştır, alışıktır, o zaman bu kalpleri kırmak size beklediğiniz hazzı vermez, yine de yenisini bulana kadar idare edebilir. Bazıları da aslında ezilip büzülmelerine rağmen bunu belli etmemeye çalışır, siz bunu anlayabilirseniz yine de içten içe haz duyabilirsiniz ama tam olarak zirveye çıkamazsınız. Demek ki, ilk adım çok önemli.
İkinici adımda beklentiler, vaatler oluşturulmalıdır. Çevresinde koruyucu bir kalkan oluştuğu hissettirilmelidir ki, koruyucu bir anda ortadan kalktığında panik hali, şok hali oluşmalıdır. Beklentilerin yüksekliği ile panik- şok halinin şiddeti doğru orantılıdır, katsayılarının yüksekliği dikkate alınmalıdır. Bu adımdaki dikkat edilecek bir diğer nokta da toplumca tanımlanmış iyi davranış kavramıdır. İyi davranış inandırıcılığı arttırdığı gibi, sonradan çekilebilecek vicdan azabını da azaltır.
Son adımda en önemli değişkenimiz zaman. Zamanlama hatası yapılması halinde bütün çabanız boşa gidebilir, planlar tersine dönüp sizi vurabilir. Kendinizi korumaya almanız bütün süreç içerisinde en önemli yeri teşkil etmektedir. Karşıdan gelebilecek iyi davranış saldırılarına karşılık, kalbinizin etkilenmemesi için önceden hazırlanmış güvensizlik, tüm kalplerin aslında elinde olsa diğer kalpleri kırmak için can attığı düşüncesi ve görülebilen tüm olumsuz özelliklerden yapılmış bir kılıf ile kalbinizi korumalısınız. Tam olarak alıştığına inandığınız, zayıf olduğundan emin olduğunuz zaman, harekete geçilecek en uygun zamandır. İşte şimdi verilen herşeyi bir anda geri çekebilir veya tercihen aslında vermemiş olduğunuzu belli edebilirsiniz. Bunlara inanmak istemeyen kalbin o çaresiz, zavallı, üzüntülü haline bakarak; "yaa işte korumaya almazsan kalbini, böyle olur gördün mü?" diye iyi bir ders verebilir, kırıldığından iyice emin olmak için de üzerine çıkıp bir kaç kez tepinebilirsiniz. Artık dersini iyice öğrenmiş olan kırık kalbin de sizden aldığı bayrak ile beraber kendisini dışarıya atıp çılgınca zayıf kalpler arayacağından ve sizden öğrendikleri ile başkalarına da bunun iki katını yapacağından emin olarak, kendinizle gurur duyabilirsiniz.

Cuma, Şubat 02, 2007

Şubat

Şubat ayı en kısa aydır derler ama yanılıyor olabilirler, biliyor musunuz?
Takvim sayfalarını karşılaştırdığınız zaman, evet, en kısası oymuş gibi gözükebilir. Şubat ocakla martın arasında, sandviç peyniri gibidir. İki yandaki dilimlerin kabuklarına değemez. Ayağında lastik şosonlar varken (zaten şubatı çıplak ayak yakalamanıza olanak yoktur) aralıktan bir kafa boyu kısadır. Ama artık yıllarda filiz verdiği zaman nisanın burnuna kadar gelebilir.
Kuzenlerinden ne kadar daha ufak tefek görünürse görünsün, hepsinden uzun sürüyormuş gibi bir inanca sahiptir. Kışın en gaddar ayıdır. Çok zalim oluşu, maskeli baloya gidiyormuş gibi ilkbahar kılığına girebilmesinden, bunu birkaç saat sürdürüp sonra maskesini sadist bir kahkahayla çıkarmasından, herkesin suratına buzlar tükürmesinden ileri gelir ki, buna uzun süre dayanmak gerçekten güçtür.
Şubat acımasızdır. Aynı zamanda da can sıkıcıdır. Sayfasındaki kırmızı rakamları topladığınız zaman sıfır eder. Bir-iki politikacının doğum günü, kemirgenlerle ilgili bayram... nasıl kutlamaymış onlar öyle? Bu sakin şampanyanın tek canlı köpüğü, Sevgililer Günü'dür. Atalarımızın Sevgililer Günü rozetini şubatın gömleğine takmaları bir kaza değildir. Bu frijit ayda kendine bir sevgili bulacak kadar şanslı olan erkek veya kadının gerçekten kutlayacağı bir şey var demektir.
Tomurcuklara hafiften renk vermesi ve içlerindeki yaprakçığı biraz şişkinleştirmesinden başka hiçbir yararı yoktur şubatın. Tıpkı adındaki "ş" harfi kadar yararsız bir aydır. Bir barikat, bir engelmiş gibi davranır. Çamurdur, çirkeftir, sıkıntıdır, ilerlemeyi de, mutluluğu da geride tutar.
James Joyce şubat ayında doğmuştur. Charles Dickens da, Victor Hugo da öyle. Bu da bize gösterir ki, yazarlar başlangıçlarda zayıftırlar ama nerede duracaklarını bilme konusunda daha da beter durumdadırlar.
Şubatın rengi çavdarın üzerindeki domuz yağı gibidir. Kokusu ıslak yün pantolonlar gibidir. Sesine gelince, gıcırdayan bir kemanla çalınan soyut bir ezgidir. Klostrofobisi olan bir şirretin kapalı yerden gelen iniltisi gibi sesi vardır. Ey şubat, sen her iki anlamda da küçüksün! Eğer boyun şimdiki bıktırıcı boyunun iki katı olsa, içimizden pek azı o şen mayıs ayına sağ çıkardı.

...demiş Tom Robbins.

Ben de böyle bir ayda doğmuşum..